kuyumculuk şöyle dursun, rasgele şiir işçiliği bile
bulamayanlara haydi hak verelim fakat garp edebiyatının
kapısını bize ilk aralıyanın o olduğunu da inkâr etmeyelim!
Kızıl Hamit, koca Hâmidi hem itibarda hem sürgünde tuttu.
Vatandan uzak olmak, birçok memleket hâdiselerine
yukarıdan selâmetle bakmasını sağladı amma yurt gerçek-
lerinin derinine inmesine de engel oldu. Hoş, memlekette
iken de, tünediği Çamlıca tepesi, oldukça kenar bir yerdi,
yurdun göbeğinde sayılamazdı. Üstelik, yabancı diyarlarda
konakladığı tümseklerin yüksek uzaklığı, onu, o zamanki
ölçüler ve imkânlar içinde bile, memleketle kaynaşmaktan;
kaynaşmak şöyle dursun, koklaşmaktan mahrum bıraktı..
Bırakalım. Hâmidin metafizikle karışmış, felsefeye
bulanmış, şark ölçüleriyle bir vakitler makbul sayılan söz
cambazlıklarına kaymış taraflarını.. Veremden ölen genç
karısının başı ucunda hertürlü kayıttan sıyrılmış ruh
çığlıklarına kulak verelim:
Yıldızlar! Onu siz ettiniz defn
Durmuş ne bakarsınız uzakta?
Cemşidi de kor bu iş merakta:
Meyhane yıkıldı mest ayakta!
Hâmit, Makberi yazdıran derde ve şüpheye düşmeden
önce, şark ve garbın sanat ve zevk sofralarından bol bol
çimlenmiş, gün görüp dem sürmüş, hoyrat ve kibar bir
hovarda, hirfet ve marifet sahibi bir şairdi. «Makber»
eserinde, onu birdenbire, cehennemi bir şüphe kuyusunun
içinden boğuk boğuk, derin derin, gerçek şiir edasıyle
seslenir buluyoruz:
İsterse bana cihanı versin
Çoktan geberirdim, ey ecel, ben,
Allah senin belânı versin! 125