Ne şık, ne güzel, ne kibar adamdı o... Galiba ilk gördüğüm
Avrupalı Türk, Abdülhak Hâmit’tir.
Zarif hizmetçinin içeri aldığı salonda nereye oturacağımı
düşünürken kapıda göründü: Koyu gri bir jaketatay
giymişti. Yüzüne soylu bir güzellik veren sivrice sakalı, yaylı
kaşları, geniş şakakları ve yumuşak gözleriyle Hâmit
edebiyatımızdaki Hâmit'ten bile başka bir adamdı.
Bir idadi talebesi olduğumu bana ilk unutturan Ziya Gökalp
olmuştu. Benimle eşit bir edebiyat adamı olarak ilk konu-
şan da dâhî-i âzamımızdır!
Finten için yazdığım tenkidi okumuştu. Onu en iyi anlıyan
eleştirmeci bendim! Bunu kendisi söylüyordu!
Biraz sonra, salon sarışın bir ışıkla aydınlandı: İçeriye
Lüsyen hanım girmişti. Şu, Hâmit’in:
Var ol Lüsyen, tavaf et ey nûr,
Ey âhır-ı ömrümün bahârı!
Diye öğdüğü eşi... Güzeldi. Güzelden öte bir şeydi o!
Sensiz de, seninle de yaşanmaz!
Demekte haklıydı Dâhî-i âzamımız!
O gün, on sekiz yaşındaki lise öğrencisi Yusuf Ziya,
Abdülhak Hâmid'i en iyi anlıyan insanın gururiyle bir
apartıman kapısından değil, bir gök kapısından çıktı ve
yeryüzüne indi!
*
Bir akşam, onu Serkldoryan Kulübünün şahane merdi-