ne şikâyet, ne kahr-ı istibdâd;
ben benim, sen de sen, ne rabb, ne ibâd!
O zaman ey kadîd-i nahnahakâr,
şimdi "Ceng, ihtilâl, uhûd, uhûd, ızfâr..."
diye saydıkların kalır meçhûl;
birer uğcûbe, yâ hikâye-i gül.
Yırtılır, ey kitâb-ı köhne yarın
medfen-i fikr olan sahîfaların!
Bunu kimden fakat ümid edelim;
bu azıym inkılâb-ı hilkati kim,
hangi kuvvet te’ahhüd eyliyecek
Sahib i kâ’inat... Evet gerçek (!).
Sâhib-i kâ’inât olan ceberût,
o tekarrübşiken lîkâ-yı samût;
o fakat aslı hep bu kavgaların!..
Ey semâ, ey süyûl-i ağsârın:
- şimdi mestâne bir sürûd-i heves,
şimdi zindangirifte bir kuru ses;
şimdi muhrik, ya şûh bir nakarât,
bir geniş "Oh!", bir derin "Heyhât!";
bir du’â, bir kasıyde; şimdi halîm,
şimdi serkeş bir ihtizaz-ı nesîm;
şimdi bir şevke-i garîbâne,
şimdi bir levm-i nâşikîbâne,
şimdi bir lerze, nağme-i nâküs,
şimdi bir sayha-i nakâre vü küs;