Eve varıp yalnız kalınca onun için yeni bir kalp çizmek istiyorum. Bulabildiğim en canlı
kırmızıyla tıpkı sobadan yansıyan alevler gibi hareketli, ateşle beslenen bir kalp... Yorulmuş,
küskün kalbini çıkarıp atmak bir daha eskimeyecek hatta orada olduğunu bile fark etmeye-
ceği bir kalp koymak istiyorum. Fakat beceriksizce ağlamaktan öteye geçemiyorum. Bunu
bile hakkıyla yapamıyorum. Devamındaki günlerde kirli suların aktığı dar sokaklarda gezi-
nip bir şeyler aranıyorum, hırpani kedilere soruyorum.
“Var mıdır bildiğiniz bir kalp?”
Pis ağızlarını yalayıp sırıtıyorlar. İçlerinden daha insaflı olan bir tekir başını sallıyor. Çare-
siz yürüyüp gidiyorum. Ardımdan kikirdediklerini duyuyorum. Alice, benim biçare kuze-
nim seni sağlam bir kaya gibi görmekle nasıl da yanılmışım. Kırılacağını, kendi damarları-
nın bile seni sıktığını göremedim. Babaannemizin kaktüslerini besleyen, neredeyse taşlaşmış
saksılardaki topraklar gibiydin. Kimse sona dokunmaz sen kimseyle konuşamazdın. Muhak-
kak o sinir bunun için büyüdü. Söylemediğin sözler birikip bir noktada sıkıştılar ve orada
bir sinir meydana getirdiler. Tam da hayatının üzerinde tam da kalbinin üzerinde!
Halam bir ayağını altına almış mutfaktaki kanepede oturuyor, onun aylaklık etmesine
hırslanan annem bulaşıkları hiddetle yıkıyor ve ben bu ikisi arasındaki gergin tellerin üze-
rinde çocukluğun bütün kıt anlayışıyla dolanıp duruyorum. Fesleğenlerin sıralandığı pen-
cereden içeriye giren bir parça gönülsüz ışık, sigara dumanları arasında kayboluyor. Nihayet
turkuazı yer yer küflenmiş demir kapı açılınca arka bahçeye çıkıyorum. Burada cılız bir kara
erik ile kayısı ağacı yan yana iki kardeş gibi büyümüş. Rutubetten yeşermiş alçak balkondan
birkaç basamakla iniyorum. Uzun ve dar bahçede birkaç yabani ot ancak yetişebiliyor. Kar-
şıda başka bir evin daha geniş balkonuyla daha bakımsız bahçesi bizimkinden bir sıra kaba
taşla ayrılmış. İlerideki köşe yan komşumuzun sıvasız kırmızı tuğlaları görünen odunluğuy-
la kapanmış. Daha gerilerde yabancı evlerin çarpık, iç içe geçmiş bahçeleri, öteberiyle dolu
balkonları çözümsüz bir manzara oluşturuyor. Sokakta oynayan çocukların sesleri buraya
incelerek ulaşıyor ve üzerimde hiçbir etki yaratmadan, yağmursuz bir bulut gibi dolanıp
dururken ben bu tuhaf bahçeyi keşfediyorum. Odunluğun oraya ısrarla fidan dikiliyor, incir
öldükten sonra hatırlayamadığım başka bir fidan o da kuruyunca bir kayısı daha ve nihayet
bu sonuncusu toprağa tutunduktan sonra kanatlarını açıp köşeye iyice yerleşiyor. Benimle
birlikte büyümeye başlıyor.
Dedemin o heybetli vücudu vakumlanmış gibi büzüşmüş, dolgun yanaklarındaki etler
sanki cımbızla çekilmiş. Onu böyle çürümüş halde kahveden eve giderken görüyorum. Beni
tanımıyor. Görmeden bir hayalet gibi geçip gidiyor. Birkaç hafta sonra ikinci kattaki yatak
odasının penceresinden köşedeki kayısıya uzanıyor. Ev ile tutunduğu dal arasında asılı ka-
lınca korkuyla tıpkı eski günlerde olduğu gibi gürlüyor. Bu tanıdık gök gürültüsü oğlunun
uyuşuk zihnine bir çuvaldız gibi batıyor, yattığı paçavraların üzerinden sıçrayıp bahçeye
koşuyor fakat daha mutfağa seğirtirken bunun diğerlerinden farklı olduğunu anlıyor. Bu
seferki gürültünün sonuçsuz tehditlerden olmadığını hissediyor. O gün için ta derinlerinde