hiçbir yere giden yol
Artık her şey için çok geçti ve zaman herkes için tükendi, hastalık laboratuvarlardan dışarı sızdı
ve kütüphaneleri ele geçirdi, piçin biri çatı katında sakladığım gitarları çaldı, Gandi unutuldu, Lou
Reed öldü ve J.B. Lenoir öldü ve şiir kovalıyor hala beni, yağmurlu ve karanlık yollar boyunca pe-
şimde ve diz çöküyoruz şu adilere, sırf para kazanabilmek için.
Zaman artık tükendi, herkes için tükendi – ve ben hala kalitesi düşük bir fotoğrafa bakıyorum,
şiiri ve doğayı ve şiirin doğasını öğrettiğim bir çocuğu görüyorum kadrajda: gelişigüzel bir edebiyat
dergisinde yayınlanan ilk eserini kutluyor, bir kafedeler ve erkek arkadaşları çevresinde ve kız ar-
kadaşları da öyle ve onların da gelişigüzel arkadaşları elbette – fakat yine de üçüncü dereceden bir
kutlama değil bu. Derin bir iç çekiyorum sonra, sonra bir matbaa fabrikasında sıkışıp kalıyorum,
gürültülü baskı makinelerinin ve keskin kokusuyla boya kovalarının yanında geziyorum, kirli fab-
rika tuvaletlerinde üzerini değiştiriyor kırkını aşmış Türkmen kadınları ve gözlerimi kaçırıyorum
ve her şeyi kemirip yok etmek istiyorum. Büyük kıskaçlı yengeç-adamlar tarafından kaçırılıyorum
sonra, bir doktor reçetesine bakıyor her şey, pencereleri demir korkuluklarla süslenmiş ve kendi
kendini boğup yok etmiş bir odaya kapatılıyorum, kafası uçmuş yaşlı bir kaçıkla...
“Bu içtiğimiz haplar” diyor ihtiyar, “Bizi dinsizleştiriyor! Hepsinin içinde domuz kanı var, bod-
rum katında hazırlıyorlar bu hapları.”
“Neden?” diye soruyorum, “Neden yapsınlar bunu?”
“Domuz kanı” diyor, “Kıskançlığımızı yok ediyor, gavurlaştırıyor bizi. Bu yüzden namus denilen
bir şey kalmadı artık.”
“Nereden biliyorsun?” diye soruyorum.
“Geceleri” diyor, “Domuzların çığlıklarını duyuyorum. Tüm o iğneleri de bu yüzden vuruyorlar
bize: duymayalım istiyorlar, uyuyalım istiyorlar, hiçbir şey bilmeyelim istiyorlar. Ama ben biliyo-
rum.”
Konuşurken tuhaf bir hırıltı çıkarıyordu boğazından ve nedense aklıma sigara içmek geliyor.
Yalnızca neden ve tamam kelimelerini kullanarak hayatta kalmayı öğrenmiş bir kadınla tanışıyo-
rum sonra, renkli gözlerinin ve buruşuk derisinin altında muhteşem bir görünüş seziyorum, tüm
geçmiş zamanların ihtişamlı bir durağında. Bütün hayat hikayemi anlatıyorum ona, günler ve gece-
ler boyunca konuşuyorum ve yağmur yağarken ve bir piyano tonunda şiir okumaya susamışken ve
kendimden başka hiçbir şeye ait olmadığıma inanmaya çalışırken.
“Gitmesine izin ver!” diyor, ondan duyduğum en uzun cümle bu – tutunuyorum bu cümleye, yıl-
lar boyunca arayıp durduğum bir cevaba erişmiş gibi rahatlamış hissediyorum ve izin veriyorum,
her kim ya da her ne çekip gidiyorsa.
Anlatmaya değer hiçbir şey kalmayıncaya kadar ve birbirini tekrar eden aylar boyunca yaşıyo-
rum ve yazma yeteneğimi yitirmiş bir halde kurtuluyorum oradan – zaman herkes için tükenmiş
ve artık herkes için biçilmiş kaftan bir tanrıya tutunmak. Dinlediğim ilk şarkı Perfect Day oluyor,
yağmurlu bir kaldırımda sendeleyerek ve kendimden ve içimde hissettiğim her şeyden tiksinerek
ve artık hiçbir şeyi özlemiyor oluşun gerçeğiyle düşünürken. Baba mesleği çuvallamak ve koyulu-
yorum hiçbir yere giden yola, bir kamyonetin kasasında şiir yazarak ve sonunda vazgeçip rüzgarın
kollarına bırakarak sayfaları, tıpkı yaralı birini atın sırtına atarcasına.
Gitmesine izin ver, diyorum, çılgınca uçuşan ve uzaklaşan ve sonunda gözden kaybolan sayfaların
ardından.
Kamyonet duruyor ve rüzgar duruyor ve her şeyin durduğu yerde bir kadın tanıyorum, sonsuz
ve fırtınalı gecelerde elektro gitarını akort ediyor, dişim apse yapıyor, apse zonkluyor çenemin sol
kısmında ve duymuyor kulağım. Sehpanın üzerine bıraktığı uzun sivri çakıyla oynuyorum ve bul-
duğum her işe yaramaz kağıt parçasını kesiyorum – bir kadının bıçak taşımak zorunda kalması ne
saçma, diye geçiriyorum içimden.