ifade eder, o zaman da, ya mecmuaların, yahut başlıbaşına
bir tenkid eserinin - hani şöyle olgun ve dolgun bir kitabın-
sayfaları bu işe daha elverişli düşer. Bunun için, ben, bu
haftaki yazımda, yalnız Eşber tragediasının dünkü neslin,
benim neslimin üzerindeki tesirlerini ve birkaç hatırasını
canlandırmakla iktifa edeceğim.
Abdülhak Hâmid - O, bizim talebeliğimizde, gençliğimizde
ne şâhâne bir kudret, âdetâ bir şiir ilâhı idi! Makber’in
anladığımız mısraları kadar anlamadığımız mısraları
karşısında, gözlerimiz bazan yaşlı, bazan hayret ve
dehşetle dolu bir vecde dalardık. Meselâ:
«Ölmekse garaz, garaz ne lâzım,
«Ölsün fakat etmesin teverrüm!
Beyti karşısında bizim için ölüm, dirim savaşının karşısında
ne derin, ne ince, ne sonsuz bir felsefe taşırdı! Fakat
bazan, Makber’in, anlamadan da hayran olduğumuz
haşmetli hayalleri karşısında ürperirdik:
«Çıktım semavâta bâk-ber-ser, «İndim semâ vat ile
beraber!
beytinde olduğu gibi..
*****
Gelelim Eşber’e... İşte Hâmidin bu meşhur manzum faciası
da bundan otuz, kırk sene evvel bütün edebiyat, meraklısı
bir neslin mânevi gıdası gibi bir şeydi. Mektepte ilkönce
edebiyat antolojilerinde parçalarını okur, hocalarımızdan
izahlarını dinler, sonra bütün «seri baştacı eder, günlerce,
haftalarca, aylarca elimizin altından ayırmazdık.
Gerçekten bu facianın ne yüksek hayat ve vatan dersleri