Şeyhlik sistemi, kendi dogmasını, tartıştırmaz. Çünkü onu o makama o dogma
getirmiştir. Dogmasını tartışmayı, şeyhin kendisini tartışmak olarak görür. Bütün
tartışmaları kendisine tehdit olarak algılar.
“Tek gerçek dindir” diyerek, kendi dini dogmasını da, tartıştırmaz. Ama o,
kendisinin dışındaki din anlayışlarını tartışma reddetme özgürlüğüne sahiptir.
Aslında diğer din anlayışlarının gerçek din olup olmadıklarını ve Allah katındaki
durumlarını dert etmez. Çünkü onun derdi, gerçek din değil, kendisidir.
Şu bir gerçektir ki; tartışmadan alınan fikir, insan hafızasında yerleşir, zihninde
yerleşmez. İnsan zihni, tartışma yapmadığı fikri algılayamaz, onunla oluşamaz ve
onu zihniyet haline getiremez. Türkiye, bin yıl önce İslam’a girdi ama ona
tartışmaksızın, sultanın talimatıyla girdi. O zaman ve bin yıl boyunca onu hiç
tartışmadığından, bin yılda bile hala İslam’ı anlayamamış, öğrenememiş, onunla
oluşmamış, doğru dürüst Müslüman olamamış ve onu kendi zihniyeti
yapamamıştır. Aynı durum laiklik için de geçerlidir. Bir asır önce laikliği
tartışmadan aldığından ve onu hiç tartıştırmadığından bir asır sonra da hala
laikliği ne anlamıştır ne de onunla oluşmuştur.
Sonuç
Bir insanlar, bir de insanlık vardır. İnsanlık, insanlar tarafından üretilir ama
insanlardan çok farklı bir şeydir. Çağımızın akıl çapı ve düşünme düzeyi,
insanlarla yapılmış ama insanların değil, insanlığın ürünleridirler. Bu nedenle
insanlığın ürettiği çizgiye bütün insanlar hemen geçememektedirler.
İnsanlık çizgisi, ilk insanlıktan beri oluşturulmaktadır. Her kesiti, dünyanın başka
bölgelerinde başka insanlar tarafından oluşturulmuştur. Bugünkü kesiti de
Batı’daki insanlar tarafından oluşturulmaktadır. Ama bu kesit, Batı’nın ürünü
değildir. Bunun en önemli nedeni, bir ürün bir milletin olabilmesi için, onun o
millet tarafından üretilmesi gerekir. Genellikle kültürler böyledir. Halbuki bu kesit,
hasbelkader orada yaşayan düşünürlerin ürünleridirler. Batı toplumu, kültürüne
ve düşünsel yapısına aykırı ve yabancı gördüğü için bu düşünürleri asırlarca
öldürmüştür. Fakat düşünürler pes etmeyip insanlık için ısrarla fikir üretmeye
devam etmişlerdir. Tek güçleri kafaları idi. Sonunda fikirleri egemen kılmışlar ve
Batı toplumu bu yeni zihniyete ayak uydurmaya başlamıştır.
Müslümanlar, çağımızın akıl çapı ve düşünme biçimine ayak uydurmak
zorundadırlar. Bu ayak uydurmak, onlar için ontolojik meseledir. Aksi takdirde
varlıklarını sürdürmeleri imkansızdır. Batı’daki düşünürler, kendi toplumlarını
yararlandırdıkları fikirlerini Müslümanlardan saklamıyorlar, çağdaşlaşmaları için
bu fikirlerini onlara açıyorlar. Ama Müslümanlar, dinlerini gerekçe göstererek bu
değişime karşı direnmektedirler. Direnmenin nedeni, bu düşünme işlemini
yapmanın zor olmasından İslam adı altında geçmişin kolaylığında yaşamak
istemelerindendir.
Başta Müslümanların kafa katmanını işgal eden akademiya kesimi, bu düşünsel
işlemi yapmak zorundadırlar. Fakat onlar, bu yükümlülüklerini, çok zor
gördüklerinden ve çıkarlarını kaybetmemek için önce kendileri, Batı ürünü
diyerek düşünmeye düşman kesiliyor ve toplumlarını anti-Batıcılık söylemi ile ona
düşman olmaya tahrik ederek örtbas etmeye çalışıyorlar. Sonuçta Müslümanların
geride kalmalarına ve leblebi gibi ölmelerine neden oluyorlar. Ama bu anti-Batıcı
İslam işportacılarına hiçbir şey olmuyor. Onlar, yalınayak ya da lastik botlarla
ölüme göç etmiyorlar. Ülkelerinde kalıp, sömürdükleri bu kurbanlardan edindikleri
servetle kral hayatlarını yaşamaya devam ediyorlar.
Geçmişteki ataların büyük iş yapmalarıyla övünmek, bugün büyük işler
yapamamanın telafisi çabasıdır. Atalarımız, kendi devirlerinde büyüklük sağlayan
eylemleri başarıyla yapmışlardır. Ama çağımızın büyük sayılan eylemlerine