batırmış bir geçmiştir. Türk toplumu çağın tadını almış, onu sevmiş ve geri
gitmek istemiyor.
ATATÜRK’ÜN DİN ANLAYIŞI
Bireysel Din
Atatürk, insanlığın akıl çapının çağımızda ulaştığı çapın belirlediği din anlayışına
sahipti. Bu din anlayışı, dinin, birey ile tanrısı arasında bir ilişki olması, diğer
alanlara müdahale etmemesidir. Aslında zaten asıl din, bireyin tanrısı ile olan
ilişkisi idi. Fakat çağımıza kadarki devirlerde “din”den başka bir kavram
bulunmadığından, insanın bütün hayat alanları dinin alanı içerisine alınmıştı.
Alında Atatürk dini ve tanrıyı, Kuran’ın anladığı gibi anlamıştır: Atatürk şöyle der:
“Allah, dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar
istifade etsin, varlık içinde yaşasın diye yaratmıştır ve azamî derecede
faydalanabilmek için de, bütün yaratıklardan esirgediği zekâyı, akıllı insanlara
vermiştir.” (1923) Kuran da, Allah’ın evreni ve içindekilerini, insanların faydası
için yarattığı dahil diğer fikirlerin aynısını söyler.
“Aslında Atatürk dini ve tanrıyı, Kuran’ın anladığı gibi anlamıştır.”
Atatürk ve Cuma Namazı
Cuma namazı Fıkha göre köylerde ve şehirlerin mahallelerinde farz değildir. Onu
Türkiye’de köylerde ve şehirlerin mahallelerinde yaşayanlara farz yapan kişi
Atatürk’tür. Dolayısıyla Atatürk’ün bu kararına kadarki sürede köylülere ve
mahallelilere Cuma namazı farz değildi.
Atatürk cumhurbaşkanı iken, Din İşleri Yüksek Kurulu, 1933 yılının 16 Nisan
tarihinde toplanmış ve 190 sayılı kararı ile cumanın köylere farz olduğunu ilan
etmiştir. Böyle olunca da başka câmilerde ve köylerde de cuma namazı kılınması
zorunlu yapılmıştır.
1933 yılındaki kararı dikkate alarak Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek
Kurulu, 26 Mart 2003 tarihli fetvası ile, “mezra, köy, belde, şehir gibi büyük ve
küçük tüm yerleşim birimlerinde” cuma namazının kılınması gerektiğine ve bu
yerleşim birimlerinde birden fazla câmide de cuma namazı kılınabileceğine
hükmetmiştir. Böylece, Cuma namazına ihtiyaten kılınan “zuhr-ı âhir” namazının
kılınmasına gerek olmadığına dair fetva vermiştir. Ancak bu namazı kılmak
isteyenlere de engel olunamayacağını hükme bağlamıştır.
DİNDARLIK VE DİNSEL DÜŞÜNME
Dindarlığı, dinsel düşünmeden ayırmak gerekir. Her Müslüman, kendi
dönemindeki bilgiden ve düşünüş biçiminden sorumludur. Geçmiştekiler,
devirlerinde egemen olan düşünüş biçimleriyle ve onlarla üretilen algıyla dindar
olmakla sorumlu idiler. Onlar, bugünkü algıyla, bugünküler de geçmişteki algıyla
sorumlu tutulmayacaklardır. Geçmiştekiler bugünküleri anlayamayacağı gibi,
bugünkü insanlar da geçmiştekileri anlayamazlar. Kuran, “La yukellifullahu
nefsen, illa vus’aha (Allah, insanı gücü yetmediği şeyle mükellef tutmaz)”.
(Bakara, 286) Dolayısıyla bugün Müslümanlar, bugünkü bilgilerle dindar olmak
zorundadırlar, geçmişteki bilgilerle değil.
Çağımızın şu gerçeğinin farkında olmamız şarttır: