Birbiri ardına devam eden günlerin so-
nuncusunda Üsküdar sahilinde bulduk
kendimizi, martı çığlıklarının ve sabah
güneşinin altında, vapurların motor ses-
lerinin arasında, üzerimde taşıdığım ce-
ketin iç cebinde yarım şişe Meksika teki-
la ve kalan son yirmi iki lira parayla. Or-
han'a dönüp, “hayatımda hiç kayığa bin-
medim” dedim, yanaklarında zayıflığının
verdiği bir gamze vardı onu gördüm tek-
rar, gülümsedi ve ilk adımı o attı, “aynı
zevklerden mahrum kalmış iki kardeş
olmalıydık seninle” Siyah giyinmiştik o
gün ikimiz de ve bir cenaze töreni olsa
olsa bu kadar ihtişamlı hazırlanabilirdi:
Hiçliğin tanıştırdığı iki insan nasıl buldu-
larsa kendilerini varlığın zirvesinde, işte
öyle de yuvarlanıyorlardı derin mavi su-
yun içine, tekrar ve tekrar hiçliğe...
Artık o dakikadan sonra farkında oldu-
ğum en büyük şey, hissedebileceğim, her
şeyi ve hiçbir şeyi hatırlayabileceğim
gerçekten sayılı dakikalarımın olduğuy-
du. Sabah rüzgarında dalgaların salladığı
o küçük kayık bizi yaşamın ucuna bir
yolculuğa çıkarıyordu. Her şey hızlıca
akıp giderken ben en büyük acımı, anne-
mi seçtim, hiç tanışmadığım yüzünü ve
duymadığım sesini seçtim. Son dakikala-
rında isteyebileceği hiçbir dileği olma-
yan bir idam mahkumu gibi, en büyük
acımı hatırlamayı seçtim; elimde olan
tek yaşantım buydu. Bana yazdıran, ka-
lemimi oynatan şey tam olarak buydu;
doğarken ağlamış, yaşarken yavaşlamış
ve hızlanırken yaşlanmış olmak. Yaşa-
dıklarım yazdırmıştı bana ve o karşımda-
ki deli, bana yaşamayı hatırlatan, içten
adam ise böyle bulmuştu beni. Kendisi
ise ortasında sırt üstü uzandığı hızlı bir
akarsuya benzetiyordu hayatı, güzel ya-
şamayı dilemiş fakat kötü adamların iyi
kitaplarını okumuştu. Hayatı okuyarak
öğrenen birinin en büyük zaafı, elinden
gelenin en iyisi buydu, elimizden gelenin
en iyisi bu.
Biraz daha açıldıktan sonra kayıkhane-
den artık hiç bozulmayacak bir sessizliğe
yaklaşıyorduk ikimizde. Hiç konuşma-
dan, elmacık kemiklerimizi kasarak ve
titreyen çenemizi Kız Kulesine çevire-
rek, birazdan dişimizi sıka sıka akıtaca-
ğımız gözyaşlarımızı yutarak bakışıyor-
duk. Löseminin son evresi, sonsuzluğu-
muzun ilk adımıydı bu olanlar. Bir kaç
dakika bakıştık, tekila şişesini ceketimin
iç cebinden çıkarıp büyükçe bir yudum
aldım ve Orhan'a uzattım, “sigaramız
kaldı mı?” diye sordu kısık sesle, dön-
düm üzerimi kontrol ettim, “yüz yirmi
bin lira parayı yok ettik, neyse ki bir pa-
ketimiz sigaramız var" diyerek uzattım.
Elini uzattı, diğer eliyle çakmağını aradı,
eli terliydi, derisi soluk, gözleri donuk,
hareketleri yavaş ve gözbebeği küçücük-
tü...
Unuttuğu bir şey vardı bende, belime,
kemere sıkıştırdığım, kurşunlanan adam-
dan kalan o tabanca. O adam akıllıca
kullanamamıştı belki, fakat ellerim haya-
tımın en güzel kitabını yazacaktı biraz-
dan bu tabancayla. Orhan'ın hareketleri
gittikçe yavaşlıyor, güneş biraz daha üs-
tümüze geliyor, dalgalar naif bedenleri-
mizi sallıyor ve kapağını her açışımızda
daha büyük yudumlar aldığımız tekila
zihnimizin bozuk kaldırımlarında büyüt-
tüğümüz acılarımızı alıp, yerine mide-
mizde onarımı imkansız ağrılar bırakı-