Böylesi bir durumda bunun ne olduğunu bilmeyen ve din adamı
uydurmaları ile dolu kitaplara müracaat etmek dışında “yol kenarlarında”
duran kalıntılara bakmak gibi bir “lükse” de tenezzül etmeyen birisi ortada
bir mucize olduğunu sanacaktır. Ya da kimileri de aslı astarı olmayan bir
Türk halk efsanesi olduğunu zannedecektir. Hâlbuki ortada ne kara kara
kartallar, ne de sarı sarı kanaryalar uçuşuyor değildir. Bunlar bu kuşları
kendine sembol olarak kabul etmiş, “futbol kulübü” adı verilen bir takım
insanlardan başka bir şey değildir.
İşte özellikle Hz. Süleyman ve Hz. Yunus dönemleri anlatırken kuşlarla
konuşması, karıncaların üzerine yürümesi, yelkenli gemileri emrine alması,
cinleri mabet yapımında çalıştırması, balık tarafından kapıların ardına
kapatılması (yutulması) olaylarının da böyle olduğu anlaşılıyor.
Yani bunların çoğu söz konusu hayvanları kendine sembol alarak kabul
eden civardaki devlet ve krallıklardan ve onların
askerlerinden/insanlarından başka bir şey değildi...
Örneğin “balık” da, Asurluların sembolüydü. Su tanrısı Enki’nin simgesi
olarak görülüyordu. Asur kralının tacında, mühründe, asasında, bastırdığı
paralarda hep balık figürleri var. Ülkenin her yanı Mısır’daki boğa (bakara)
heykelleri gibi balık figür ve heykelleri ile doluydu. Bugün bile Süryani
(Asurî) rahipler boynuna balık resim ve armaları asıyor. Asur’un başkenti
Ninova’nın cezaevi kapısında da büyükçe bir balık figürü vardı. Hz. Yunus
oraya girmişti. Irmaktaki balığın karnına değil...
Demek ki bu bilgiler ışığında Kur’an’da anlatılan kıssaların yeniden tefsir
edilmesi gerekmektedir. Bu, Kur’an tefsirinin verili tarihe, yaşayan hayata
ve canlı tabiata dayandırılmasından başka bir şey olmayacak, Kur’an
kıssalarını cinler ve periler dünyası, uçan halı, Alaeddin’in sihirli lambası
türü klasik doğu halk hikâyelerden arındıracak, akıp gelen teo-jeopolitik
(tanrı-devletler) tarihinde bir yere oturtacaktır. Kur’an’ın asıl ve esas
mesajı ruhlar, masallar, rüyalar, büyüler, tılsımlar, periler âleminden
gerçek hayatın tarihine, “yeryüzüne” inmiş olacaktır.
İşte o zaman ihlas suresi ölülerin arasından okunup üfürülmekten
kurtulacak, bu akıp gelen tarih içinde son derece gerçekçi bir anlama sahip
olduğu ve muazzam mesajlar verdiği ortaya çıkacaktır.
Düşünün...
Bu tanrı-devlet krallarının hepsi tanrının oğlu, hatta bedenlenmiş tanrı
olduklarını iddia etmekteydiler. Japonya kralı daha 1946 yılında “Tanrı’nın
oğlu” iddiasından resmen vazgeçmiştir.
İhlas suresi de ne diyor; “Allah birdir, bölünmez bir bütündür. Doğurmaz
ve doğurulmaz...”Yani Allah baba, anne veya oğul değildir. Bütün bu tanrı-
devlet iddiaları geçersizdir, uydurma ve hurafedir...
Demek ki Hristiyanların İsa’ya Tanrı’nın oğlu demeleri aslında tavşanın
suyunun suyunun suyu kabilindendir. Yani çok sonraki bir iştir. Ondan
önceki bütün bir eski çağların Mezopotamya, Hind, Çin, İran, Türk, Mısır
ve Roma kralları bu iddiadaydılar. İhlas suresi işte bütün bunların defterini