Türk yurdu soyulmuş, soğana dönmüş,
Kılıç satır olmuş takan nerede?
Gideyim, arayım kalkan nerede?
Soyadlar küçülmüş olmuş kurada,
Alplar kız ardında birer hovarda,
Sancağı unuttuk hangi diyarda,
Altın otağ, altın kazan nerede?
Gideyim arayım yârân nerede?
Kursun Altındağ'a İlhan otağı,
Taşları elmastır, yakut toprağı,
Hanlara kımızla sunsun ayağı,
Taç giyme resminin kalmam uzağı,
Sorup öğrenince divan nerede?
Gideyim, arayım kervan nerede?
Ziya Gökalp’in nerededir diye sorduğu kervanı biz, Anadolu
içlerinde halk duygusunda ve san’atında izlemeye çalışı-
yoruz. Kervan orada, devran orada, imkân orada.. Bu, altın
destanın o zamanki aranıp kıvranan, geveleyip kekeleyen
gençler üzerinde nasıl feyizli bir tesiri olduğunu kestire-
biliriz. Her devirde böyle İlâhî bir nefha ile ruhları doğrultup
diriltecek bir şaire ihtiyaç duyulur. Ziya Gökalp’ta bu nefes
vardı amma, o sade şair kalmaya ve yetişmeye vakit
ayıramıyordu. Ziya Gökalp, bütün makaleleri, manzumeleri,
tenkitleri ve konuşmalariyle anlatmak istemiştir ki, Türk
dilini ve duygusunu tam veremeyen bir san’at eseri
toprağını bulamamış ağaç gibi askıda kalmaya, zamanla
kuruyup gitmeye mahkûmdur. Fikirlerini kolay hatırda kalan
vecizeler haline sokmak gayretiyle çoğu zaman manzum
ifade eden üstad, der ki:
Dinle yeni şair eski ozanı,
Okuyor yürekten altın destanı,
Deme kopuz kırık yoktur çalanı