gibi büyüyen üzüntü kendisini tekrar masanın başına getirir
ve pek sevdiği kenarları yaldızlı kâğıtlara boşalırdı. Bir
seferinde babasına aynen şöyle yazmıştı:
"Ne kadar taş yürekli olduğumu bilirsiniz. Ömrümde
gözyaşı dökmemişken kırılan kalbimin düştüğü üzüntüden
bu satırları ağlayarak yazıyorum. Okuyunuz da insaf ediniz.
Avrupaya geldim geleli bu mektup onuncu mektuptur.
Burada arkadaşlarım gönderdikleri mektupların vakti
vaktine cevabını alıyor. Ben birisine cevap alamadım.
Acaba beni mezarda mı sanıyorsunuz? Yoksa mektup
yazmağa imkân mı bulamıyorsunuz? Ben yeni geldiğim
vakit pekâlâ mektup gönderirdiniz. Ondan sonra mektubun
arkasını kesmekte mânâ nedir? Bana mektup nerelerden
geleceğini pekâlâ bilirsiniz. Tutalım ki benim tarafımdan
gönderilenler elinize geçmemiş olsun. Merak edip de
sordurmak ve "haber alamıyorum" diye birşey yazmak yok
mudur? Ben kendimi evin ve ahbabımın yanında pek
kıymetli bir adam sanırken böyle mektupsuz durmağa ve
arkadaşlarımın yanında rezil olmağa tahammül etmek
imkânı yoktur.
İşte vasıtalara emniyeti kaldırdığım cihetle, bu sefer size
doğrudan doğruya bir adres gönderdim. Cevabınız
gelinceye kadar mektubun da arkasını kestim Mektup
yazarsanız o adrese tatbiken yazdırırsınız. İsterseniz
sarrafa verirsiniz. İsterseniz Yusuf Ağaya verir, Courrier
d’Orient’a gönderirsiniz. İsterseniz doğrudan doğruya
İngiltere postasına gönderirsiniz.
Nihayet yirmi gün beklerim. Buna da cevap gelmezse
Billâhilazim, ondan sonra harf yazmak ihtimali yoktur.
Benim İstanbulda evim yoktur der, öyle teselli bulurum."
(24 Haziran 1868)