bıraktım. İlerde bir ateşin çevresinde oturmuş insan
karaltıları gördüm. Sokuldum onlara. Belki on kişiydiler.
İçlerinden birini alnına dökülmüş saçları ile farkettim. Hem
saz çalıyor, hem söylüyordu.
İlkin halk türkülerine, halk türkülerindeki yüreği açıp açıp
ateş dolduran, insanı Kızılırmak gibi sürükleyen bir İğdır
türküsüne beni mıhladı sandım. Yaylanın ıslak havasında
üşümem, titremem durmuştu. Tanımıştım. Yunus Emre
yüreğimi sımsıkı tutuyordu. Hemen oracıkta bir söğüde
yaslandım. Dinledim onları, ilk kez çocuk gözlerimde
yaşayan, çocuk dudaklarımda hecelediğim Yunus, gecenin
bu karanlığında bana ışık uzatıyordu. Yedi yaşımın, dokuz
yaşımın mavi gökyüzünü, annemin dizinde seyrederken,
annemden dinlediğim ilk ozan Yunus Emre idi. Onunla
girmiştim şiir evreninin unutulmaz dizelerine.
Trenin büyük gürültüsü olmasa, orada daha ne kadar
kalırdım, bilemiyorum. Çalı çırpıyla yakılan ateşin kızıl-
lığında seyrettiğim kırışıklı yüzleri oracıkta bıraktım.
Yüzyıllardan gelen Yunus'u söyleyen bu yorgun insanlar
kimlerdi? Yunus'u orada bırakıp, alelacele bir vagona
bindim. Köylülerle bir kompartımana doluştuk. Trenin sıcak
atmosferi içinde tahta kanepelerde sarsıntılı bir uyku, bizi
alıp götürdü...
Ne zaman Türk şiiri içinde, büyük bir hümanist düşünsem,
usuma hep Yunus Emre gelir, çağdaş ozanlarımızın çoğu,
onu pek incelememiştir. Yunus'un adını bilmek, "büyük
ozanımızdır" demek yeterli mi? Dünyaya bakmasını öğren-
mek, yeni sözcük bileşimi kurmak, kendi öz kaynaklarımıza
girmekle olur ilkin. Avrupalı şiiri ne kadar incelersek
inceleyelim, onun verdiği biçime göre bir şiir kurmaya
çalışsak bile ortaya çıkan bu şiir, insanlarımızın gözlerindeki
anlamı veremez bize.