şantısını, milyonlarca insanın kapatıldığı
ortası su dolu bir kafese benzettiği İstan-
bul'u anlatıyor ve geç saatlerde huzur
bulduğu ara sokaklarıyla meşhur Tak-
sim'i canlandırıyor, tüm bunlar ise nasıl
oluyorsa bana iyi geliyordu. Evet, ilk
günler ona sunduğum imkanlar beni bir
nebze utanmaya iterken geçirdiğimiz
sonraki tüm günler birbirini yıllar sonra
bulmuş iki kardeşe benzetiyordu bizi.
Ensesine şaplak attığım Atakum sahilin-
de nasıl da katıla katıla gülüyor ve ağ-
zındaki birayı dökmemek için çabalıyor-
du görmeliydiniz.
İki hafta geçtiğinde dönüş bileti almama-
ya karar vermişti; İstanbul’a dönmeme-
yi, benim gibi biriyle yaşamayı seçmişti.
Melemen yapmayı öğrenmiş, bira alır-
ken üretim tarihine bakmayı alışkanlık
haline getirmişti. Üstelik arkadaşların-
dan ve yakın tanıdıklarından para bulup
yarısını yastığımın altına koyuyordu...
Bir gece, çok içtiğimiz bir gece, sahilden
dönerken işemek için girdiğim ara so-
kakta şoför kapısı ve ön camı kurşunlan-
mış olarak bulduğumuz arabayı didik
aradık. O hiçbir şeye dokunmadı, ölü
olduğuna inanılan bendim, arka koltuğu
ve torpido gözünü çöp varilinden çıkar-
dığım bir poşeti elime geçirerek ben
kontrol ettim. Adamın belinde bir taban-
ca bulduk, bagajda ise bir asker bavulu
dolusu iki yüzlük banknot. Bagaj kapısı-
nı yavaşça kapatıp yavaş adımlarla soka-
ğın sonuna geldik, her şey çok hızlı ol-
malıydı, bir ölüm ve bir kaçış da buna
dahil, ilk taksiyi çevirip evin yolunu tut-
tuk, ertesi sabah ise İstanbul yolunu.
Sonrasında başımıza gelen bütün belala-
ra rağmen onunla geçirdiğimiz son gün-
ler bize İstanbul'u yendiğimizi söylüyor-
du sanki. Lösemi olduğunu biliyordu,
bana söylemek yerine artık geri dönüşü
olmayan yaşamını yanımda sonlandır-
mayı, en azından kara mizah bir senar-
yoda son perdeyi oynamak istiyordu.
Sırtımızda ve iki haftalığına da olsa Or-
han'ın çok sevdiği, satın aldığımız 99
Mustang’in bagajında taşıdığımız para
her geçen gün azalıyordu. Zaten çok azı
bizimdi ve hakkı olana deste deste dağı-
tıyorduk; yeraltında yaşayanlara, bozuk
kayalarıyla mal arayanlara, İstiklâl’de
sakız satan çocuklara, kaldırım düşkün-
lerine, eskici amcalara ve bira şişeleriyle
üç torununu ve bir barakayı geçindirme-
ye çalışan Fatıma teyzeye...
Yolun sonuna gelmiştik; arabayı satıp
cebimizde taşıyabileceğimiz kadar pa-
rayla tehlikeli kadınlarla, pahalı otel
odalarında ve çizik çizik uyuşturucular-
la, eski İran dokuma halılarının üstünde
çırılçıplak vaziyette kafalarımızda dönen
meleklere annelerimizi anlatıyorduk.
Kusuyorduk ve de, yaşadığımız binlerce
günün pisliğini, boğazımızdan tadı geç-
meyen bu ışıltılı hayatın sintinesini, boş
bakışlarla reklam panolarına takılan göz-
lerimizi ve gece karanlığında taksilerin
stop lambalarına karışmış mevcudiyeti-
mizi... Yani öyle ki; kalksak o kadınların
yanından ve bu hayattan, “eyvallah” de-
sek ve yola koyulsak, ayrılsak denizden
ve güneşten ve tüm bunlara devam etme-
si için yerimize iki büyük patlıcan tanesi
bıraksak, hayat ve geride bıraktığımız
her şey olduğu gibi devam edecekti. Sar-
hoşluğumuz ve kokumuz kalacaktı yal-
nız bizimle beraber anılacak olan...