ZAHİR
İçimiz ezilmekteyken yüzümüzü boşluğa çeviriyor ve herhangi bir kuşku
duymuyorduk. Çaresizlik, öylesine uzun bir zamandır bizimleydi ki kuşku,
şüphe yerini sakin bir kabullenişe bırakmıştı. Lakin ürpertici, içinde soğuk
rüzgarlar estiren o his, kompleks insan işleyişinin inkarı gibi, sanki insanlığın
yeni bir türü, amacı gibi geliyordu. Dünyadaki tüm içi boşaltılmış meselele-
rinden fersah fersah uzakta olan bir ‘tür’ keşfi gibiydi. Makul olarak gösteri-
len dünyayı kabullenemeyip, idealize bir dünya yaratmaktan çok, insan türü
yaratmaya benziyordu.
Anladık sonra, geri dönüş yok. Birbirimize baktık, gözlerimizde mâna ara-
dık, belki bedenlerimizde bir arzu, derinlerimizde duygu. Bu bir ruhani savaş
değildi, olamazdı. Mâna, arzu, duygu kaybedilen mi yoksa kaçınılan bir veba
mıydı?
Sorular insanı pek çok yere götürürdü sorular insanı hiçbir yere götürmezdi.
Bu türün kuralı, beynin muazzam şekilde soru üretip muntazam bir şekilde
susması idi. Böylece zihinde pek çok yere yolculuk yaparken , tek aklın sı-
nırlılığı karşında aslında hiçbir yere ilerlenildiği yoktu.
Ki, yapayalnız sıyrıldık biz, yapayalnız, çırılçıplak. Korkunç sesler, son-
suzluğu andıran geceler.. Bir biz vardık, biz, kendimiz. Bu acıyı bölüşmeye
çalıştığımızda, böyle bir şeyin mümkünatına inandığımızda yahut kendimizi
inandırmaya çalıştığımızda her şey sona erdi.
Bizi ne korkunç geceler, ne dayanılmaz çığlıklar ne biçimsiz silüetler bitirdi.
Kendimizde bulamadığımız anlamları karşı gözlerde aradığımız an yittik.
Başka dillerde kıymet, mâna, anlam aradığımız müddetçe kaybolduk. En ni-
hayetinde bizi yine kendimiz bitirdik;
başka ellere bırakarak.