Şu halde “Onlara ayıp yerlerini gösterdi” demek, “Onları kışkırttı, suç
işlemeye teşvik ve tahrik etti; şehveti, şöhreti, serveti, siyaseti (iktidarı)
süslü göstererek, suç ve günah işlemelerine vesile oldu” demek olur...
“Ayıp yerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar” ifadesi, “İşledikleri
suçu örtbas etmeye çalıştılar, gizlemek istediler” manasındadır. Yani
hayatta bütün suçluların yaptıklarını yaptılar. Suç işlediklerini, nefislerine
uyduklarını; şehvetin, şöhretin, servetin veya siyasetin (iktidarın)
dayanılmaz cazibesine kapılarak “utanç” içinde kalacakları bir iş yaptılar.
“Ayıp yerleri görünmek” burada “utanç” içinde kalmayı ifade ediyor. Oysa
Allah her şeyi görüyor, biliyor. Hayatta önemli olan insanın şeytanın
vesvesesine kanmaması, bu vesveselerle kabaran her tür kötülük
dürtüsünün daha baştan yanlış olduğunu bilmesi ve nefsine hâkim
olmasıdır. İnsan bunu başarabilecek güçtedir. Bunu başarmalı ve “utanç”
içinde kalacağı, sonrada mazeretler arayacağı (cennet yapraklarıyla edep
yerlerini örteceği) bir iş yapmamalıdır.
“Kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan...” ifadeleri insanoğlunun
hayatta suç ve günah işlememesinin esas yolunun içten gelen tövbe ve
pişmanlık olduğunu gösterir. Aksi halde her insanın başına bir polis dikmek
çözüm değildir. İnanç, ahlâk, iman ve cânı gönülden Allah’a bağlılık yanlış
işler yapmamanın en esaslı teminatıdır. Demek ki insan yanlış işlerinde
ısrar etmemeli, yaptığı yanlışlığı dürüstçe itiraf etmelidir. Pişmanlık ve
tövbe bu açıdan arındırıcı ve ıslah edici ahlâkî bir erdemdir.
“İhbutû” ifadesi “İnin” değil “Gidin, dağılın” anlamındadır (Ebu Muslim).
Yani “Dağıldılar, başka yerlere gittiler, birbirlerinden ayrıldılar” manası
emir kipinde (gidiniz, dağılınız) şeklinde ifade edilmiştir. Bu, Yakup’un
oğullarına yönelik “Mısır’a gidiniz” (ihbitû mısran) (12/ 61) demesi gibidir.
Aksi halde “aslî günah doktrini” onaylanmış olmaktadır. Oysa ibareyi Âdem
ve eşinin (ilk insanların) yaşadığı yerde çoğalmalarına, çevrenin
genişlemesine, ilişkilerin giriftleşmesine, çıkar (mülk) kavgalarının
başlamasına yormak daha isabetli görünmektedir. Bu durumda bir
zamanlar “tek bir topluluk” halinde yaşayan insanların bir arada
yaşayamaz hale gelmeleri, şehvet, şöhret, servet ve siyaset (iktidar)
kavgalarından dolayı bölünüp parçalanmaları ve yeryüzünün başka
diyarlarına dağılmaları, gitmeleri anlatılmış olur. Bu okumaya göre kıssada
düz mantıkla aslî günah, cennetten kovulma, dünyaya sürgün, dünyada
ceza çekme, insanlığa Tanrı’nın ölüm yargısı vs. diye bir şey yoktur.
Anlatılmak istenen; insanlığın gelişim aşamaları (yükseliş ve çöküş
yasaları), yeryüzünün bağlık bahçelik bölgesinde (kendi cennetleri) birlikte
yaşarken giderek ayrılığa düşerek dağılmaları/parçalanmalarıdır.
Görüldüğü gibi kıssanın bu ikinci sahnesinde ilk bölümdeki soyut ortam
kaybolmuş, yerini “adam ve eşi” (insanlar) almıştır. Artık adam ve eşi
yeryüzü toprağının bir yerlerindedirler. Ortada şeytan, melek gibi
görünmeyen, insan idrakinin dışında kalan ve fakat hissedilen, sezilen
olaylar ve kişiler değil, bizzat görünen, yeryüzünün bir yerlerinde
yürümeye, koşmaya, nefes almaya başlayan adam ve eşi (adamlar ve
eşleri) vardır. Bir anlamda teoloji antropolojiye, semavî prolog dünyevî
diyaloğa, gerçeküstücü anlatım toplumsal gerçekçi anlatıma evirilmiştir.