kalmadı. Şu kadar söyliyelim ki Abdülhak Hâmid, vefat
ettiği zaman Cumuriyet Halk Parti’sinin bir mebusu olarak
Büyük Millet Meclisi’nin üç devrelik bir âzası idi.
*****
Bilmem bu izahlarla sizi çok yordum mu? Ne yapayım, 86
yılın hikâyesini bundan daha kısa anlatabilir miydim:
doğdu, yaşadı, ve öldü diyerek. Bu doğru olurdu. Fakat
aynı kısa hikâye, her insan için bundan başka mıdır?
Halbuki Abdülhak Hâmid, her insan gibi yaşamadı ve
ölmedi. Onun umumiyetten farklı noktaları, yüksekliklerine
tekabül eder derinlikleri vardı. Onun ruhunun sathı, arzın
kabuğu gibi iniş çıkışlar, irtifalar ve inhitatlarla örtülü idi.
Bu çokluklar, değişiklikler ve tezatlar içinde, tıpkı arzın
merkezinde kaynayan ve kaynamakta devam eden ateşli
tarafı gibi onun ruhunun da sabit ve yanmağa sebat eden
cihetini aramaya başlayalım.
Her insan gibi onun benliğini de aramaya çıkarken ilk
düşünceğimiz nokta şu olmalıdır: beşerin ruhunu boş bir
yazı tahtası veya çamurdan bir heykel şeklinde görüp
hariçten gelen intihaların oraya çarpmasile ruhların şekil
aldığına inanmak.
Eğer buna inanılırsa, beraber seyahate çıkan veya aynı
muhitte yaşamış olanların ufaktefek ayrılıklarla ayni
insanlar olacağını kabul etmek icabeder. Halbuki aynı dış
sebepler, ruhlarda büsbütün başka neticeler doğurur. O
halde her ruhun kendine göre bir mukadderi bir alın yazısı
vardır.
Beni çeken ve ısıtan bir şey, başka birini itebilir ve
üşütebilir. İşte ruhlarımızda böyle çeken ve iten ve bunları
benimseyen bir taraf bulunuyor demektir. Bu gizli nokta,