“Sekülerleşmenin evrensel bir hal aldığı çağımızda, geçmiş din algısında
kalınamaz.”
Seküler ve Laik Din
Seküler dinin iki temel özelliği vardır. Biri dinin, kişinin kendisi tarafından
belirlenmesidir.
Diğeri kamusal alana egemen kılınmaması ve kişinin özel alanı ile ilgili olmasıdır.
Dinin, kamusal alandan kişinin özel hayatına taşınmasıdır.
Toplum, kültür, siyaset, ekonomi gibi toplumsal alanlarının dini kurumlar ve
sembollerin egemenliğinden çıkarılması, beşeri aklın egemenliğine sokulmasıdır.
Eğitimin, kilisenin otoritesinden kurtulmasıdır. Hepsinden önemlisi bilimin; dini,
kültürel ve düşünsel hayatın tamamını etkisi altına almasıdır. Dünyevi
problemlerin çözümü için papazlara, rahiplere ve mollalara değil, bilimsel
uzmanlara müracaat edilmesidir. Laik din, kişinin tanrısı ile aracısız doğrudan
yaşayabildiği dindir.
Lâik ve seküler dinin olmadığı bir düzende, kişi, dini tekeline alanların meta
malzemesi olur. Din, siyasi ve ekonomik istismara uğrar. Dini ilk istismar edenler
dinadamları olur. Onlar, dini ve dindar kişileri, kendilerine verilen yetkilerle
istismar ederler. Kuran’ın, ruhbanlığı kötülemesinin bir nedeni, onun dini istismar
etmesini gösterdiğini hatırlamak gerekir.
Laik din, kişinin dinsel bağımsızlığını teşvik eder, başkasının diktesini ve
kontrolünü kabul etmez. Bu nedenle dinsel önderler, kişilerin tanrıyı doğrudan
sevmelerini istemezler.
Ben
Özel din, “Ben” kavramı ile birlikte gider. Kişiyi “Ben” yapan şey, “cogito” ya da
kendi başına düşünme işlemini gerçekleştirmektir. Kendi başına düşünme işlemini
gerçekleştiren varlık “Ben” olur. Ben; kendi başına özerk düşünebilen varlıktır.
Kendi eylemleri üzerinde tam özerkliğe sahiptir. Bireyin düşünme özerkliğini
etkileyecek hiçbir şey kabul edilemez. Kendisini ve tanrısını ancak “Ben”in kendisi
anlayabilir. Cogitonun “Ben”i, kendi kendisinin efendisidir. Birey, kendi kendine
yeten, bağımsız ve iradesi konusunda özgürdür.
“Dini, başkası vasıtasıyla ifa etmek demek, kişinin kendisi düşünemiyor
ve başkasının hakimiyeti altında oluyor demektir. Tanrı tarafından tam
birey olarak kabul edilmeyen ikinci sınıf kişi demektir.”
Paul Tillich şöyle der: “Tanrı’yla bizzat karşılaşmak demek, benliğin zirvesine
çıkabilmek demektir. Bu sayededir ki benlik, sınırlı ve verimli durumun ötesine
geçebilir. Tanrıyla bir öteki olarak karşılaşmada benlik, kendinin en yüksek
düzeyleriyle karşılaşır. Böylece insan, kendi sınırlanmışlığını aşabilen tinsel bir
varlık olur. Bu durumda insan, sadece Tanrıyla değil, kendisiyle de yüz yüze
gelmiş olur.”
Düşünen ben olmaksızın, dini kişinin kendisi algılamış ve ifa etmiş olmaz, onun
adına başkası ifa etmiş olur. Başkası, bireyin Tanrısıyla düşünsel yüzyüze
gelmesine en büyük engeldir. O, birey ile Tanrısı arasında bir perdedir. Birey onu
aşıp tanrısıyla yüzyüze gelemez. Başkası, önünde durduğu bireye, “Buradan
öteye gidemezsin. Hatta bensiz hiç gidemezsin,” demektedir. Hem bireysel olarak