Alışveriş merkezinin girişine geldiğimde
beni ilk selamlayan güvenlik kameraları
oluyor. Ardından üzerimizdeki metalleri
kontrol eden şu cihazlardan geçiyorum.
Sanırım artık birbirimize güvenmiyoruz.
Birbirimizi gizlice izliyor ve kibarca
kontrol ediyoruz. Tanrı olmak isteyen bir
insanın yazgısını anımsatıyor bu bana.
Her şeyi izleyen, yargılayan ve cezalan-
dıran bir varlık. İnsan...
Yürüyen merdivenlerden çıktığımda,
burada bir kitapçıda çalışan arkadaşıma
rastlıyorum. Sakallarını izin verildiği
ölçüde kısaltarak, çenede toplamış. Kısa
bir selamlaşmanın ardından tuvalet izni-
ne çıktığını anlıyor ve onu azat ediyo-
rum. Biraz yürüyerek terasa açılan kapı-
dan dışarıya çıkıp ücret alınmayan masa-
lardan birine oturuyorum. Yan tarafta
çayın dört buçuk lira olduğu bir kafe var.
On altı liralık çay paketini alıp bardağını
çeyrek fiyatına satıyorlar. Aslında kimse
de göründüğü gibi çay falan içmiyor bu-
rada, her gelen yalnızca bir bardak çay
satın alıyor. İnsanlar böyle yerlerde sık
oturmamalı... Mesele çayın ücreti değil,
mesele bir şeye değerinden fazla öde-
mek. Hele ki şu zor günlerde...
Sigaramı kahkahalar atan, yüksek sesle
konuşan uğultulu kalabalığın “ben bura-
dayım” diye nidalar söktüren ses tonuna
karşı çıkarcasına yakıyorum. Üç gündür
sigara içmemiştim. Gözlerim dalıyor. Bu
sırada arkamdan geçen garson kız, mola-
ya çıkan öteki personellerin yanına otu-
ruyor. Bu kokuyu hatırlıyorum. Bu onun
kokusuydu. Şimdi bir başka kadında vü-
cut bulan bu koku, beni çok fazla etkisi
altına almasa da buraya yeniden gelece-
ğimi biliyorum. Bir koku için mi; hayır!
Bu genç garson kadın için mi peki; ha-
yır! Burası sık sık geldiğim bir alışveriş
merkezidir. Her ne kadar alışveriş yap-
masam da bu terasta oturup anlamsızca
zaman harcamaktan nefret ediyorum bel-
ki... Fakat, yine buradayım işte.
Alışveriş merkezlerini seviyor, iyi vakit
geçirmek adına yegane değer olarak gö-
rüyorlar. Burası bazılarımız için bir iba-
dethane konumunda. Varlığı için şükre-
dip, yoksun kaldıklarında daha fazlası
için mücadele eden bir kalabalık bu. Haf-
ta sonu pikniklerinin yerini, gişe filmleri
sonrası tüketilen dondurulmuş gıdalar
almış olmalı. Beni yanlış anlamayın lüt-
fen, ne sizi ne de için de bulunduğumuz
dünyayı yargılayacak konumda değilim.
Yalnızca, mutluluğun en yüksek dozları-
nı almaya çalışan hasta bir insandan bah-
sediyorum. Trafikte sıkışmış insandan...
Bazen binlerce masanın etrafında
“küresel köyleri” (Mc Luhan’ı kastedi-
yorum) birbirine bağlayan ağların altın-
da, mesaj trafiği altında ezilen özgürlü-
ğünü yitirmiş insanları düşlüyorum. İçle-
rinde eski giyimli, pipolu bir adam mek-
tup yazıyor. Masalardan birinde otur-
makta olan herhangi bir insana sorduğu-
muzda eski giyimli, pipo içen bu adamın
neden hala mektup yazmakta olduğunu
merak edebilir belki. Ben ne yazdığını ve
kime yazdığını merak ediyorum. Hala
mektup yazmaya değer insanlar var mı-
dır bunca ağın örümcek ördüğü bir geze-
gende? Bence insan sevdiği bir başka
insana mektup yazmalıdır. Kısa bir me-
saj, çoğu zaman düşünceden yoksun,
hissiz, silinmeye mahkum bir tiraddır.
İyileşene Kadar