daima iki türlü hisle yaklaşmalıdır. Biri; onları tevazu ile, ölümlü hayatı, üzerinde
kavranılmaz bir şey gibi duymadır. Diğeri; uyanık düşünerek, maddi dünyamızın
içinde tanrısal olanın nasıl meydana geldiğini anlamaya, akıl almaz olanı
kavramaya çalışmadır.
Sanatkar, yaratırken kendine malik değildir. Hakikaten sanatkar, ancak bir çeşit
kendinden geçişle, bir “extase” ile yaratabilir. Yunanca bir kelime olan “extase”;
“kendinin dışında olmak” demektir.
Sanatkar, yarattığı anlarda kendinde değildir, eserindedir. Yaratırken, bizim
dünyamızda değil, kendi dünyasında yaşar. Bunun için yaratma hadisesine şahit
olamaz. Şair, kendisine ilham geldiği anda, hatırasında bir manzarayı, mesela bir
ilkbahar gününde; bir çayırı, bir göğü, ağacı, tarlayı tasvir ettiği zaman, o anda
odasında, dört duvar arasında değildir; o yeşili görür, açık havayı teneffüs eder,
otların arasından esen rüzgarı işitir.
Shakespere, Othello’sunu konuşturduğu zaman, kendisinden, kendi vücudundan,
kendi ruhundan sıyrılarak, Othello’nun kıskançlık duygularıyla kabaran ruhuna
girmişti.
Dua eden insan nasıl duasının, rüya gören de nasıl rüyasının içindeyse, hakiki
sanatkar da yarattığı esnada öylece eserinin içindedir. Şu halde zaruri olarak,
sadece içine baktığından sanatkar, dış dünyada ve kendi içinde olup bitenlerin
farkına varmaz. Bunun için sanatkarlar, şairler, ressamlar, musikişinaslar,
yarattıkları sırada, kendilerine ve nasıl yarattıklarına bakmayı bilmezler. Bu
nedenle de bize nasıl yarattıklarını sonradan anlatamazlar.
Biz maddi bir dünyada yaşıyoruz. Her şeyi ancak duyularımızla kavrayabilen
insanlarız. Bizim için çiçek, henüz açılmamış tohum halinde toprakta dururken
değil, ancak şekillenerek, renklenerek açtığı zaman çiçektir. Bir fikir de ancak
ifade edildiği zaman bir fikirdir.
Sanat eserinin meydana gelişi, bir iç hadisedir. Dünyamızın yaratılışı gibi
karanlıklar içine bürünmüş görülemeyen, tanrısal bir hadise, bir sır olarak
kalacaktır. Yapabileceğimiz bir şey varsa, o da, bu hadiseyi sonradan kurmaktır.
Fakat bunu da ancak bir dereceye kadar yapabiliriz. Buna rağmen, nüfuz edilmesi
mümkün olmayan labirente, hiç olmazsa birkaç adım daha yaklaşmış oluruz. Biz
yaratıcılığın sırrını bizzat izah edemeyiz. Nitekim elektriğin ve mıknatısın
mahiyetlerini de tam anlamıyla anlatamıyoruz. Muhayyile ve mantığımızı
tamamıyla kullandığımız halde bu davanın ancak bir gölgesini elde edebileceğiz.
Ama hiç olmazsa onun bir sureti olabileceğiz. Mademki yaratıcılık anını, sanatkar
ile beraber yaşamamıza imkan yok, öyleyse arkasından yaşamayı deneyebiliriz.
İdeal olan, ancak sanatkar, yaratıcılığın sırrını kendi izah etmesi, eserlerini nasıl
meydana getirdiğini anlatması, tekniğini göstermesi ve akıl almaz olanı
kavranılacak bir şekle sokmasıdır. Fakat sanatkar, eserini yarattığı esnada sadece
eserinin içine baktığından ve içinde kaybolduğundan, o da, yarattığı sırada
yarattığına bakmaz ve nasıl yarattığının farkında olmaz. Bu nedenle bize
sonradan onu nasıl yarattığını anlatamaz.
Doğada bir şeyin üremesinin doğasında iki zıt şeyin birleşmesi vardır. Sanat
yaratıcılığında da iki zıt unsur birleşir, birbirine karışır; şuur ve şuursuzluk.
Sanatkar için yaratmak, gerçekleştirmek; içten dışarı çıkarmak, içindeki hayali,